SaüROCK yeni döneme bomba gibi başlıyor! 16. Geleneksel Tanışma Partisi bu sene yeni adresinde The Gusto Pub’ta!
Evet SaüRock’lı, beklediğin an geldi! The Gusto Pub’ın ev sahipliğini yaptığı, SaüRock’ın düzenlediği Tanışma Partisi 1 Kasım 2022’de saat 20.00’da! Sahnede ise SaüROCK Band mükemmel şarkılarıyla ortalığı SALLAMAYA GELİYOR!
Gece boyunca sürpriz etkinlikler, geceye özel indirimler ve sınırsız eğlenceye hazır mısın? *
*Etkinliğimiz ücretsiz olup, damsız giriş olmayacaktır.
The Gusto Pub Semerciler, Milli Egemenlik Cd. No:13, 54100 Adapazarı/Sakarya
Bugün sizlere kalbimde çok ayrı bir yere sahip, en sevdiğim müzik grubu olan My Chemical Romance’dan bahsedeceğim.
Grup 2001 yılında, Gerard Way ve yakın arkadaşı Matt Pelissier tarafından kuruldu. Daha sonra gitarist olarak Ray Toro, Frank Iero ve bas gitarist olarak Mikey Way’in katılmasıyla grup resmi olarak kurulmuş oldu.
Toplamda 5 albüm çıkarmış olan My Chemical Romance, şarkılarında toplumsal sorunlara parmak basmış ve her albümde adeta evrilerek farklı temalar işlemiş, her albümde ayrı bir hikaye anlatmıştır. Gelin bu albümlere daha yakından bakalım.
I Brought You My Bullets, You Brought Me Your Love (2002)
My Chemical Romance’in başlangıç yıllarından artık unutulmuş ilk albümü. Grubun kişiliğini keşfettiği deneysel bir albüm. Duygusal vokallerin yanı sıra screamlerin de bulunduğu, keskin tonları olan şarkılar barındırıyor. Hikaye açısından albüm, iki aşığın ortak bir düşmandan kaçarken ıssız bir yerde yenik düşmelerini anlatıyor.
Three Cheers For Sweet Revenge (2004)
Bir üstteki “Demolition Lovers” şarkısının devamı gibi bir albüm. Genel olarak kaybın verdiği öfkenin konu alındığı bu albüm ilk albüme göre daha oturmuş, kimlik kargaşası yaşamayan bir yapım. Burada da aynı iki aşığı konu alan kavramsal bir korku hikayesi anlatılıyor. Aynı zamanda gençlerin yaşadığı zorbalıklara değinen “I’m Not Okay” gibi parçalar da bulunmakta.
The Black Parade (2006)
Bugün bile My Chemical Romance severlerin piyanoda basılmış bir sol notası duyduklarında tüylerinin ürpermesine, duygulanmalarına sebep olan albümdür. Teması, kostümleri, şarkıları, konserleri olsun başlı başına bir devirdir. Önceki albümlerin aksine, öfke ve serzeniş yerine kabullenişi konu alan, neredeyse kucaklayan bir albüm. Bugün kendinize bir iyilik yapıp “The Black Parade” albümünü dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Danger Days: The True Lives of the Fabulous Killjoys (2010)
Buraya kadar bildiğimiz My Chemical Romance’i bir kenara bırakıyoruz, bu albüm başka bir düzlemde. Gerard Way, “Killjoys” isimli bir çizgi roman hazırlığı yaparken albümün teması şekilleniyor. Bu albümde grup üyeleri çeşitli kahramanlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu rengarenk konseptin içinde geleceğe yönelik, dünyanın durumuyla ilgili eleştiriler içeren parçalar bulunmakta.
Conventional Weapons (2013)
Bütün albümlerinden esintiler taşıyan bu albümün çıkışından bir ay sonra My Chemical Romance, maalesef dağıldıklarını açıklıyor. Grubun son albümü olmakla birlikte, en kaliteli albümlerinden biri olarak kabul ediliyor. Albümde keskin tonlu parçaların yanı sıra “elveda” niteliğinde duygusal parçalar da bulunmakta.
7 senelik ayrılıktan sonra My Chemical Romance, 2019’un sonunda “son bir konser” için birleşti. Bunun akabinde 2020 başlarında “A Summoning” isimli gizemli bir video paylaşarak tekrar bir araya geldiklerini duyurdular.
Lise yıllarımın başlarında keşfettiğim ve iyi kötü her anımda şarkılarında huzur bulduğum bu güzel grubun yeni müziklerini sabırsızlıkla bekliyorum.
Müzikle çok küçük yaşlarda uğraşmaya başladı. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda eğitim gördü. Profesyonel sahne çalışmalarına Grup Lokomotif’in üyesi olarak başladı. 90’larda Volvox grubunun bir üyesiydi. 1994 yılında solo çalışmalarına başladı. 1995 yılında “Kime Ne” adlı ilk albümünü çıkardı. Bu albümü 98 yılında “Öz”, bir yıl sonra “Laubali”, 2002’de “Tek Başıma”, 2005 “10987654321”, 2010 “Bana Bi’şey Olmaz”, 2013 “Kargalar” albümü takip etti. Kariyeri boyunca yedi adet albüme imza attı.
2000 yılında “Yaz Rüzgarı” isimli bir televizyon programı sunan Özlem Tekin beyaz perdede de karşımıza çıktı, oynadığı filmlerden Hokkabaz’ı tavsiye ederim. Güzel bir oyunculuk sergilemiş kendisi. Ayrıca tiyatro sahnesinde de karşımıza çıkan Özlem Tekin Mucizeler Komedisi oyununda yer aldı. Eğer Mucizeler Komedisi’nde Özlem Tekin sahnelerine bakarsanız o güzel enerjisini hissedeceksiniz. Zaten Özlem Tekin böyle birisidir, enerjisini televizyondan bile belli ediyordu, samimi bir insandı. İnsanda, sanki uzun süredir tanışıyormuş hissi uyandırıyordu. Konuşma tarzı, düşünceleri, duruşu… Rock müzikle uğraşıyordu, haliyle tarzı “farklıydı”. Çok güzel bi tarzı vardı. Sahne performansları başarılıydı, yaptığı işi biliyordu. Hep; yapıyordu, ediyordu dedim, çünkü şu sıralar köy hayatı yaşıyor, müziği bırakmış durumda. Tabii ki bu biz dinleyiciler için kötü bir şey, kimse istemez sevdiği sanatçıların müziği bırakmasını,gönül ister ki sonsuza kadar müzik yapsınlar. Ancak işler böyle yürümüyor. Müziği bırakma nedenini bilmiyorum, hem de böylesine severken… Ancak değerinin bilinmediğini düşünüyorum. Özlem Tekin ülkemizin en değerli sanatçılarından birisiydi, çok güzel işlere imza attı. Kendisi benim en sevdiğim sanatçılardan birisiydi ve hala dinlerim, dinlemeye de devam edeceğim.
Gojira… Fransa’dan çıktığına bir türlü inanamadığım, mükemmel adamlar. Kafamın içindeki balinaları gezegenler arası yolculuğa çıkartabilen, Greta Thunberg’in henüz emeklediği yıllarda küresel ısınmayı avazları çıktıkça bağıran, 2000’ler sonrası metal müziğin en başarılı gruplarından biri. Şimdi bu grubu benim için bu kadar değerli kılan albümlere geçelim.
Terra Incognita (2001)
Grubun ilk albümü oldukça özgün bir seste, teknik ile progresifi harmanlayan, insanı duvara toslamış gibi hissettiren, ilk dinleyişinizde oturmanızı tavsiye ettiğim gerçek anlamda baş döndürücü bir albüm. Albümdeki şarkıların her biri tadından yenmeyecek kadar iyiler ancak benim favorilerim şu şekilde; 1990 Quadrillions de Tonnes, Fire is Everything ve 04.
From Mars to Sirius (2005)
Gelelim ”Your Music Saved Me” kısmına işte tam olarak demek istediğim şey bu albüm. From Mars to Sirius’u ilk dinleğidinizde adeta kamyon çarpmışa dönüyorsunuz. Grubu dünyaya tanıtan albüm de tam olarak bu albüm. Bu albümde grup bizim söyleyeceğimiz yeni şeyler var diyor ve avaz avaz bağırmaya başlıyor bunları. Ayrıca albüm gördüğüm en iyi albüm kapağına sahip. Bu albümü öylece dinleyip geçemiyorsunuz adeta içine girmeniz gerekiyor size anlatacakları var. Anlattıkları itibariyla belgesel kategorisinde incelenebilir bir albüm, çağımızın en büyük problemlerini sinirli bir şekilde ”Gojiraca” dile getirmekteler. Bu albümde favori şarkımdan bahsedemeyeceğim, her bir şarkı kendine özgü ve bazı albümler içinden bir şarkı seçerek değil tamamı ile bir solukta dinlenmeli işte bu da o albümlerden biri. Sayın Gojira müziğiniz beni kurtardı kim bilir belki bir gün gezegeni kurtaracak olan yine sizin müziğinizdir sevgilerle.
Benim bahsettiğim sadece buz dağının görünen kısmı. Gojira gibi bir grubu bu kadar sığ anlatmamak gerek ancak bu yazıda bana ayrılan sürenin sonuna geldik okuyan herkese teşekkürler. Yazıda bahsetmediğim diğer Gojira Albümleri ise ” The Link (2003), The Way of All Flesh (2008), L’Enfant Sauvage (2012), Magma (2016) ”
Bir giriş yapacak olursam eğer; bayanlar baylar karşınızda John Michael Osbourne yani namıdiğer Ozzy Osbourne!
Ozzy Osbourne İngiltere’nin Birmingham şehrinde dünyaya gelmiştir. Kendi ile birlikte 6 tane kardeşi ile büyümüştür. Genç yaşta The Beatles’in müziğinden etkilenmiştir herkes gibi. İlk müzik grubunu arkadaşı Tony Iommi ile beraber kurdu. Bas gitarist Geezer Butler, gruba yönetmen Mario Bava’nın korku filmi Black Sabbath’ın adını vermeyi düşündüğünü söyleyince gruplarının adı da konmuş oldu. Black Sabbath grubunun ilk albümü olan, grubun da ismini taşıyan Black Sabbath 13 Şubat 1970 yılında piyasaya çıktı. Bu dönemde yine grubun son albümü olan Never Say Die! kadrosunda yer aldı ve 1979 yılının sonunda, çok fazla uyuşturucu madde kullandığı ve gruba yeni eserler katacak durumda olmadığı gerekçesiyle gruptan kovuldu.
Sabbath sonrası Osbourne, Jet Records şirketi ile anlaştı. Bu dönemde anlaştığı şirketin sahibinin kızı olan ve gelecekteki eşi Sharon ile tanıştı. The Blizzard of Ozz isimli bir grup ile albüm çıkarmayı düşünse de solo kariyer olarak devam edip bu ismi albümü olarak piyasaya çıkardı. The Blizzard of Ozz’da Quiet Riot’un gitaristi Randy Rhoads ile çalıştı. Devamında Osbourne’un ikinci albümü Diary of a Madman çıktı ve bu albüm Ozzy’nin en sevdiği albüm oldu. 19 Mart 1982’de albümün turnesi için Florida’dayken grubun şoförü Andrew Aycock’un kullandığı ve Rhoads ile grubun makyajdan ve kostümden sorumlu görevlisi Rachel Youngblood’ı taşıyan hafif hava aracı, yere yakın uçarken grubun turne otobüsüne çarptı. Dengesini kaybeden uçak, yakındaki bir villanın garajına çarptı ve içindeki kişiler hayatlarını kaybettiler. Yakın arkadaşı ve gitaristi Rhoads’ın ölümüne tanık olan Osbourne, derin bir depresyon geçirdi.
1983’te Ratt ve Rough Cutt gitaristi Jake E. Lee, Osbourne’a Bark at the Moon albümü için eşlik etti. 1988’de Osbourne, Rhoads’un yerini en uzun süre dolduracak gitarist Zakk Wylde’ı keşfetti. Gitarda Wylde, davulda Castillo, bas gitarda ve söz yazımında Daisley ile No Rest for the Wicked kaydedildi. 1980’lerdeki başarısını, 1990’larda da sürdüren Osbourne, “Mama, I’m Coming Home” şarkısını içeren No More Tears albümünü 1991’de yayınladı. 1995’de Ozzmosis, 2001’de Down to Earth, 2005’de Under Cover, 2007’de Black Rain, 2010’da Scream isimli albümleri çıkardı. Ve bu yazının da amacı olan Ordinary Man isimli albümü 21 Şubat 2020’de piyasaya sürdü.
Albümün baterisinde Red Hot Chili Peppers dan tanıdığımız Chad Smith, bas gitarda ise Guns N’ Roses’dan Duff McKagan ile çalışmıştır. İlk single “Under the Graveyard’’ 8 Kasım 2019’da piyasaya sürülmüş, şarkının klibinde ise Ozzy’nin Sharon tarafından ayağa kaldırıldığı dönem anlatılıyordu. Klip çok tatlıydı bence, Prince of Darkness için uygun bir sıfat değil tabii ama gerçekten ikisi arasında o anların beni çok etkilediğini söylemeden geçemeyeceğim. Devamında “Straight to Hell” single olarak çıktı ve albümün en beğendiğim şarkısı olmayı başardı, tabii bu şarkının klibi de bir efsane olmuştu. Anarşi sokaklarda dans ediyor ve Ozzy’de o anarşiye yön veriyordu. Albüme ismini veren şarkı olan Ordinary Man sarkısı ise Rock n’ Roll camiasından aşina olduğumuz bir isim olan Elton John ile bir düettir. Bu şarkıda Elton John olduğu için tabii ki güzel bir piyano alt yapısı bizi karşılıyor ve iki efsaneyi aynı şarkıda dinlemek, bu şarkının anlamını arttırmaya yetiyor. All My Life şarkısı ise akılda kalıcı ve şarkının solosuna bayıldığımı söyleyebilirim. Goodbye şarkısı ise eski Ozzy şarkılarını hatırlattı ve sağlam alt yapısı şarkıyı tek dinleyişte sevmemi sağladı. Bu albümde çok farklı tarzlardan da isimlerle çalışmış. Mesela rap müzikten tanıdığımız ve daha öncelerde birlikte çalıştığı Post Malone. It’s a Raid şarkısında Post Malone güzel bir etki yaratmış ve dinlenmeye değer bir şarkı olmuştur. Birlikte daha önce kaydettikleri aynı zamanda Travis Scott’ın da eşlik ettiği ve yine bu albüme eklenmiş olan “Take What You Want” şarkısı ise albümün bitiş şarkısı olmuştur. Ben bu şarkıyı daha önce Post Malone’nin albümünde fark ettiğim için zaten ezbere biliyordum, çok farklı havası olan şarkı albümün bitişi için iyi bir seçim olmuş bence.
71 yaşında olan ve hala müzik yapmaya devam eden Ozzy’ye böyle bir albüm için teşekkürü bir borç bilirim. Hala enerjisinden ve yeteneğinden bir şey kaybetmemiş olması beni biraz kıskandırsa da onu hala yeni şarkılarıyla dinleyebilmenin keyfini çıkarıyorum ve umarım bu keyfi daha uzun seneler yaşarım.
9 Mart Çarşamba akşamına plan yapmayın, çünkü SAÜROCK‘ın sizler için çoktan bir planı var. 2. dönemin ilk etkinliği olarak düzenleyeceğimiz ‘Headbangers Night’ sizlere sert ama bir o kadar da eğlenceli bir akşam geçirmeyi vadediyor.
Sen de gel, bizlerle ol, eğlence ve müzikten geri kalma!
Tarih: 9 Mart 2016, Çarşamba Saat: 20:30 Mekan: Zıbar
Etkinlik tamamen ücretsizdir. Etkinlik sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.
Üniversite öğrencileri olarak, her tercih döneminde üniversitelerin bilimsel kalitelerini ince eleyip sık dokuduğunuza kalpten inanıyoruz. 😛 Ancak bunun yanında, hayatınızın en güzel yıllarını geçireceğiniz bu yeni şehirdeki sosyal yaşamın da önemsenmesi son derece olağandır. Biz sizlere şuan bu satırları Sakarya’dan yazdığımız için kendi şehrimizi tanıtmak istiyoruz.
Sakarya görece olarak ufak bir şehir olsada, Sakarya’daki öğencilerin sosyal yaşamları sürdürebileceği en önemli yer Kampüs olarak göze çarpıyor. Bunun nedeni Sakarya Üniversitesi bünyesinde yer alan öğrenci topluluklarının çeşitliliği. Hayvan sevgisinden tutunda, pilatese kadar oldukça değişik bir yelpazede topluluklar öğrenci yaşamını dolduruyor.
Her topluluğun kendi amaçları doğrultusunda yaptığı etkinlikleri ilgi alanlarınıza göre takip edebilirsiniz. Ayrıca üniversitemiz bünyesinde yer alan yurtdışı uyruklu öğrencilerle herhangi bir gün bir aktivite gerçekleştirmeniz olağan bir durum.
Sakarya Üniversitesi Rock Topluluğu olarak bizlerde, 2007 yılından bu yana öğrenci aktivitelerinin bizzat içinde bulunuyoruz. Doğal olarak ilgimizi çeken asıl konuların başında Rock Müzik geliyor. Her ne kadar özümüz bu olsada, bizi de bir kitap okuma şöleninde görmeniz an meselesi.
Konser organize etmekten ziyade, şehirde gerçekleştirilen müziği destekleyen bir topluluğunuz. Yani büyük sanatçıları Sakarya’ya getirmek pek ilgimizi cezbetmiyor. Zaten bu işi oldukça iyi yapan Radio Pub isimli bir performans sahnesi mevcut. Daha çok her hafta gerçekleşen konserlerine katılıyoruz. Bunun yerine sahne imkanı bulamayan gruplara sahne oluşturmak ve onları seyirciyle buluşturmak bizim asıl görevlerimiz arasında. Ancak rahat durmuyoruz ve çıkardığımız müzik dergisi de oluyor, daha başka aktivitelerde.
Bu gayeyle zamana kadar bir çok öğrenci grubunun sahne almasına rol aldık. Bununla da oldukça mutluyuz. Size SAÜROCK olarak bir İstanbul, Eskişehir ya da İzmir gibi olanakları sunma imkanımız ne yazık ki yok. Ancak biz bunu bir avantaja çevirdik ve kendimize “eğlence üretmek” ile ilgili bir iş edindik. Geçmişimizde defalarca öğrendikki; eğlenceyi yaratmak eğlencenin kendisinden daha mutluluk veriyor.